Yeni Anayasa Yapımında Yetki ve Yöntem Sorunu

Doç. Dr. Murat Yanık*

Bilindiği gibi ülkemizde 1982 Anayasası’nın tamamen yenilenmesi veya yeni bir anayasanın yapılması konusunda büyük ölçüde bir uzlaşı vardır. Tartışma, daha çok bu yeni anayasal düzeni kimin hangi yöntemle kuracağı konusunda düğümlenmektedir. Aslında ülkemizde yaşanılan tecrübenin aksine demokratik ülkelerde, anayasal düzenin egemenliğin sahibi ve onun temsilcileri tarafından kurulacağı konusunda bir kuşku yoktur. Dolayısıyla demokratik bir ülkede, olağan, sivil ve demokratik bir anayasal düzenin kurulması için olağanüstü, sivil olmayan ve anti demokratik arayışlara yer olmamalıdır. Gerçekten demokrasi, en basit anlatımla anayasal düzenin belirlenmesi hakkının halkta olduğu yönetim biçimidir. Bu özellik, demokrasiyi aristokrasi ve bürokratik oligarşiden ayıran temel farktır. Kısaca demokrasilerde, anayasal düzeninin kurallarını halk belirler ve halk, istediği zaman bu kuralları değiştirme hakkına da sahiptir. Halk, anayasal düzende hangi kurumların ve kuralların yer alacağını, kimin hangi yetkilere sahip olacağını, kimin neyi ne kadar yapabileceğini veya yapamayacağını vb. konuları karara bağlar.

Bu yüzden anayasal bir demokrasiyle yönetilen ülkemizde çağdaş-çoğulcu demokrasinin gereği olarak, düzenin temel kurum ve kurallarının aristokratik ve bürokratik oligarşi tarafından değil, halk tarafından belirlenmesi gerekir. Oysa şimdiye kadar Osmanlı-Türk Anayasal gelişmelerinin bütün önemli kavşaklarında halk değil aristokratik-bürokratik oligarşi belirleyici olmuştur.

Bürokratik anayasal vesayet

Maalesef dönemin etkin güçleri tarafından 1876 Anayasası’nı yürürlüğe koyması şartıyla tahta geçirilen II. Abdülhamit dönemiyle başlayan bürokratik anayasal vesayet, 1908 yılındaki esaslı değişikliklerde de kendini göstermiş, 1961 ve 1982 anayasalarında ise zirveye çıkmıştır. Tüm bu dönemlerdeki anayasal değişimler, bir askeri darbe sonrası olağanüstü bir dönemde ve bürokratik vesayet altında gerçekleşmiştir.

Kurtuluş Savaşı ortamında düşmanın top seslerinin Ankara’da duyulduğu bir dönemde, bir kısım acil sorunların çözümünü sağlamak amacıyla yapılan 1921 Anayasası dışındaki anayasalarımızdan sadece 1924 Anayasası’nın olağan bir dönemde yapıldığı iddia edilebilir. Ancak bu Anayasa da, olağan dönemde yapılmış bir anayasa gibi gözükse de, demokratik birinci meclisin feshedildiği, demokratik usuller gözetilmeksizin merkezi bir usulle ikinci meclisin oluşturulduğu, İstiklal Mahkemeleri’nin ve Takrir-i Sükûn Kanunu benzeri düzenlemelerin terör estirdiği, muhalefetin bastırıldığı bir tek parti iktidarı döneminde yapılması nedeniyle olağan ve sivil bir anayasa olarak kabul edilemez.

1961 Anayasası ise, 1960 askeri darbesi sonrası eski iktidar partisinin kapatıldığı, üst yöneticilerinin hukuksuz bir şekilde, kanunlar geçmişe yürütülerek, olağanüstü bir mahkemede tabii yargıç ilkesine aykırı bir şekilde yargılandığı askeri sıkıyönetim ortamında hazırlanmış ve kabul edilmiştir. Anayasa’nın hazırlanışı ve kabul edilişine halk, kısmen katılsa da, esas olarak bu Anayasa’nın askerler tarafından ısmarlama hazırlandığı yalın bir gerçektir. Nitekim bu Anayasa’ya yöneltilen en önemli eleştiri, bürokratik vesayeti kurumsallaştırılması olmuştur. Malul doğan bu Anayasa, 1971-73 döneminde tamir ve takviye edilmeye çalışılmışsa da, yapılan yama tutmamış ve böylece 1980 darbesinin nedeni olarak gösterilen terör ve kargaşa ortamının doğmasına sebebiyet vermiştir. 1961 Anayasası’nın, yapılan referandumda yüzde 61 oyla kabul edildiği olgusu da, tüm bu gerçekleri değiştirmeyecektir.

darbe

Dayatmacı zihniyetin zirvesi: 12 Eylül 1980

1980 askeri darbesi sonrası yapılan 1982 Anayasası ise, demokrasi ve katılım açısından 1961 Anayasası’ndan daha geri uygulamalar neticesinde yürürlüğe konmuştur. Konmuştur diyorum, zira yapılan halk oylamasında yüzde 91 oranında kabul oyu veren halkımızın bu Anayasa’yı yürürlüğe koymama gibi bir seçeneği yoktu. Çünkü feraset sahibi halkımız, bu Anayasa’nın kabul edilmesinde esas olarak, askerlerin kışlalarına çekilmesini ve sivil bir düzene geçilmesini hedeflemiştir. Bu dönem, tam bir anti-demokratik yönetimin yaşandığı talihsiz bir dönem olmuştur. Askeri yönetimin yürürlüğe koyduğu kanuna göre, halk oylaması öncesi anayasanın lehine konuşmak ve propaganda yapmak serbest, aleyhine yapmak ise yasaktır. Ayrıca sıkıyönetim altında bütün partilerin kapatıldığı bir ortamda anayasa kabul edilmezse ne olacağı meçhuldü. Dolayısıyla bu Anayasa’nın kendisi ve yapım süreci, bürokratik oligarşinin dayatmacılığının zirveye vurduğu süreçtir. Elbette bu anlayışla yapılan bir anayasanın uzun soluklu yaşaması beklenemez. Nitekim 28 yıllık ömründe 220 yıllık anayasalardan daha fazla değişikliğe uğramış ve adeta yamalı bir bohçaya dönmüştür. Bu yüzden de bu Anayasa’nın entegre işleyiş mantığı ve kurgusu, erozyona uğramıştır.

Görüldüğü gibi bütün anayasa tarihimiz, bürokratik oligarşinin anayasal vesayeti altında geçmiştir. Bu vesayetçi oligarşi, ülkenin sistemini ve düzenini tepeden inmeci ve anti-demokratik yaklaşımla bozmuş ve halkımız her seferinde bıkmadan-usanmadan sabırla bunların yanlışlarını düzeltmeye çalışmıştır. Halkımız, 367 krizi ve 27 Nisan bildirisiyle oluşturulmak istenen anti-demokratik olağanüstü yönetim biçimlerine gereken ve kendisine yakışan cevabı verdiği gibi, bununla yetinmemiş ve 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda bu anayasal vesayete öldürücü bir darbe indirmiştir. Böylece bugüne kadar iddia edildiğinin aksine olağan ve sivil bir anayasa yapma konusunda rüşte erdiğini resmen ispatlamıştır. Dolayısıyla bürokratik seçkinlerin en önemli tezi, tarihin tozlu sayfalarındaki yerini çoktan almıştır.

Yeni bir süreç

Yaklaşık yüz yıllık bir demokrasi tecrübesi olan ve birçok anayasa ve önemli anayasa değişiklikleri yapan halkımız, aslında anayasal egemenliğini henüz hiç kullanamamıştır. Burada durup şu soruyu sormalıyız: Biz şu ana kadar hiç sivil ve olağan bir anayasa yapamadık, peki neden? Bu sorunun asıl önemli cevabı; jakoben bir anlayışla yaklaşık 100 yıllık demokrasi serüvenimiz boyunca bizi eğitmeye ve ehlîleştirmeye çalışan bürokratik oligarşinin, bizi, henüz düzenin kurallarını koyma olgunluğuna erişmemiş görmesidir. Bu gidişle de -12 Eylül 2010 referandum dersine rağmen- göreceği yok gibidir. Ancak artık yeni bir tarihsel sürece girilmiştir. İlk defa halkımız, anayasal vesayetin değişmez bir yazgı olmadığını ve anayasa vazetme hakkına ve yetkinliğine sahip olduğunu anlamıştır.

Dolayısıyla artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bu yeni dönemde, yeni şeyler söylemek gerekmektedir. Gerçekten egemenliğin asıl sahibi olan halk tarafından olağan, demokratik ve sivil bir anayasanın yapılmasının zamanı gelmiş ve geçmektedir. Elbette bu anayasayı zamanın darlığına hapsetmeden, toplumun tümünü kucaklayarak, geniş ve çoğulcu bir vizyonla ilk ve son defa yapıyormuşçasına hazırlamalıyız.

Bu yüzden 12 Haziran 2011 tarihinde yapılması beklenen genel seçimler, yetki ve yöntem tartışmasını en aza indirmek için büyük bir şanstır. Eğer seçim kampanyalarında tüm partiler, oluşacak yeni parlamentonun yeni bir anayasa yapacak asli kurucu iktidar yetkisine sahip olacağını ilan eder ve seçim kampanyalarını yeni anayasa değişikliği temelinde yürütürlerse, bu durum oluşacak parlamentonun yapacağı yeni anayasaya yöneltilecek meşruluk eleştirilerini en aza indirecektir. Kanaatimizce bunun dışındaki tüm yöntemlerde (ki buna TÜSİAD’ın, “Anayasa Konvansiyonu” önerisi de dâhildir) tartışma ve eleştiri daha yoğun olacaktır. Tartışmasız ve eleştirisiz bir yöntem hayali ise, ulaşılması olanaksız bir idealdir. O halde mümkünün sanatı olan siyasetin yapacağı en akıllı iş, genel seçimlerde yeni bir anayasa yapacak ideal bir asli kurucu iktidarın ortaya çıkarılması için çabalamaktır. Bugünkü şartlarda bundan daha iyi ve ideal bir çözüm de gözükmemektedir.

* İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanı

Dosya: Yeniden Anayasa I   Dosya: Yeniden Anayasa II   Dosya: Yeniden Anayasa III

Bu içerik daha önce İdeal Hukuk dergisinin 5. sayısında yayımlanmıştır.